RİZE
HALK KÜLTÜRÜ
Halk kültürü,
genellikle, toplumların dış etkenlerden uzak kalarak kendi ihtiyaçları için
şart ve imkânları ölçüsünde meydana getirdikleri maddî ve manevî
eserlerin toplamı olarak anlatılır. Bu bakımdan çevre, insanıyla, tabiat
özellikleriyle bu eserlerde belirir. Onun için toplumları duygu ve düşünceleriyle,
güçleri ve yönelişleriyle anlaya bilmek, halk kültürü eserlerinin
incelenmesiyle mümkündür. Doğu Karadeniz illerinden olan Rize yöresini en
iyi şekilde yansıtan halk kültürü eserleri bu yönden büyük bir önem taşır.
Halk kültürü eserleri,
kullanılan malzeme esas alındığında iki şekilde incelenir: Söze, davranışa
ve sese dayanan manevî eserler; beslenme, giyinme, barınmaya, kısaca yaşamaya
yönelik ve maddi varlıkları kullanmak suretiyle ortaya konan maddi eserler.
Manevi eserler, şiir,
hikâye, masal, mesel, tekerleme, gelenek, görenek, halk hukuku ve halk hekimliğinden
oluşur.
Şiir, düşünce
unsurunu kapsamakla birlikte, duygu ve heyecan yönü ağırlıklı olan, bu özelliği
dolayısıyla de insan davranışlarını iyi ve güzel doğrultusunda düzenlemeyi
amaçlayan bir sanat dalıdır. Bir başka deyişle şiir yazmak ve okumak insanı
duymak, sevmek, anlamak ve anlatmak anlamını taşır; aynı zamanda şiir,
insanları iyilik ve güzellik duyguları etrafında kaynaştırır. Onun içindir
ki şiir, yazan açısından olduğu kadar okuyan açısından da duygu ve
heyecan ihtiyacını karşıladıktan başka insanı sevmek alışkanlığını
kazandırır. Bundan ötürü edebiyatta ve halk kültüründe şiir büyük bir
önem taşır. Rize halk kültüründe de aynı nitelik gözlenmektedir.
Şiirde, yukarıda değinildiği
gibi, duygu ve heyecan birinci derecede ele alınmakla birlikte, Rize halk şiirinde
bilgi ve düşüncenin ağırlık kazandığı görülmektedir.
Yapılan incelemelerde
varılan sonuç şudur ki Rize halk şairi destanlarda ve türkülerde, bilgi ve
düşünceyi, duygu ve heyecanın önünde tutmaktadır: Rize halk şiirinin özelliği
bu noktada kendini göstermektedir. Bununla birlikte şiirin temel unsuru olan
duygu ve heyecanların, özellikle aşk duygusunun bir yana bırakılması söz
konusu değildir; ancak Rizeli şair eserlerini düşünceye yönelik
vermektedir. Böylece şiir duygu ve heyecandan çok düşüncenin ifade vasıtası
olmaktadır. Bu niteliğin sebebini coğrafi şartlarda aramak gerekir.
Doğu Karadeniz bölgesinde
bulunan Rize, sıra dağlarla Orta ve Doğu Anadolu'dan ayrılmaktadır. Dar bir
kıyı şeridini hemen arkasında dağlar ve tepeler yükselir. Bol yağmur ve
ılık bir iklim sayesinde ağaçlıklı ve canlı bir bitki örtüsü yörenin
özelliğini oluşturmaktadır. Böylece tabiatın en güzel iki rengi, mavi ve
yeşil sürekli biçimde yan yana yaşanır; ayrıca arazi yapısı son derece
engebelidir. Rize halk şiiri böyle bir çevrede ömür süren insanların
eseridir.
Bir tarafı deniz, bir
tarafı dağlık olan yağmurlu bir tabiat ortasında hayatını sürdürmek
zorunda olan insanın çetin bir mücadeleyi göze alması gerekir; dalgalarla
ve bayırlarla, dik yamaçlarla cenkleşerek geçim sağlamak kolay değildir. Böyle
bir mücadelenin başlıca vasıtası kuşkusuz bilgi ve düşünce olacaktır;
bilen, düşünen, gerekli maddi ve manevi vasıta ve imkânları yerinde ve
zamanında yaratabilen ve kullanabilen insandır ki bu engelleri aşarak varlığını
sürdürür. Mücadeleyi kazanmak aynı zamanda ölçü ve tedbir işidir; bilgi
ve düşünce gerekli tedbirlerin alınmasını, davranışların ölçülü ve
sınırlı tutulmasını sağlar; duygu ve heyecan ise, genellikle, bu durumda
değildir; sınır ve ölçüleri aşar. Onun içindir ki sürekli bir mücadele
hayatı yaşayan kişi duygudan çok bilgi ve düşünceye ağırlık verir. Bu
şartlar altında gelişen Rize halk şiirinde insanların ölçülü davranışlar
içinde mücadele ruhlarının geliştirebilmeleri bakımından bilgi ve düşünce
öncelik kazanır. Bu sebeple Rize halkı şairi, eserlerinde, bilgi ve düşünceyi
hakim kılmakla insanlara ölçülü ve iyilik kavramları, millî, ahlâkî,
geniş deyimiyle, manevî değerler içinde kalma alışkanlığını kazandırmaya
yönelir. Bu özellik aynı zamanda hitapettiği kitlenin ruh yapısına sıkı
sıkıya bağlıdır; kıyı insanı, deniz gibi, çoğunlukla en ufak bir etken
karşısında birden eyleme geçmek niteliğine sahiptir. Onun için Rize halk
şiiri tabiat ve insan yapısıyla uyum sağlayan bir sanat dalı olarak kendini
gösterir. Bu durum destan ve türkülerde daha çok belirginleşir.
Destanlar dörtlüklerden
oluşan uzun şiirlerdir. Mısralar (6+5) 11 hecelidir; birinci dörtlüğün
1-3, 2-4 mısralarıyla, öteki dörtlüklerin 1,2,3 mısraları kendi aralarında,
her dörtlüğün 4. mısrası, birinci dörtlüğün 2-4 mısralarıyla
kafiyelidir. Açıklanan şekillere uymayan destanlar bulunmakla birlikte Rize
halk şiirinde uygulanan genel kural budur. Konu itibariyle destanlar savaşlar,
kahramanlıklar gibi toplum üzerinde iz bırakan önemli ve acılı olayları
ve sevda ilişkilerini kapsar. Tarafımdan derlenmek suretiyle yayımlanan 75
destanın en eskisi 1313 (1897) Osmanlı -Yunan Savaşı'na ilişkindir. Bu
destanlar, anılan Savaşa katılan Rizeli kahramanların anılarını
kapsamaktadır. Şairlerin ancak bir kısmının adlarını belirleyebildiğimiz
bu destanlarda Türk askerinin kahramanlıkları dile getirilmektedir; Ordunun
komutanı Ethem Paşa, milletini şöyle anlatıyor:
Ethem Paşa der ki
"Türkler heybeti,
Cihana nam verdi şanı şöhreti,
Topların sesinden dağlar inledi,
Tarihlere kaydoldu, Türkün ünvanı".
Cephede kazanılan savaş
müzakere masasında yitirilmiştir. Bu da Yunanlıların yanında yer alan Batılı
ülkelerin Osmanlı İmparatorluğuna, geniş deyimiyle, Avrupa dışındaki ülkelere
karşı her zaman uyguladığı iki yüzlü siyasetin sonucudur. Bu yönetimi
daha o zamanlarda görebilen Çayelili şairimiz şöyle diyor:
Devletlere hemen haber
erişti,
Cümlesi birden telâşa düştü,
Harp sefineleri çabuk yetişti,
Abluka ettiler bütün odayı.
Kahramanlık cephede savaş,
cephe gerisinde, hele silâhsızlara karşı sevgi ve şefkat anlamını taşır;
askerlik mücadele ruhuyla birlikte üstün insan niteliklerinden oluşur. Şairimiz
Mehmet, 1313 destanlarında, Türk -Yunan savaşı sırasında Türk askerinin
Rumlar ve Yahudiler tarafından karşılanışını şöyle anlatır:
İstikbale çıktı
ordaki Türkler,
Birlikte Rumlar hem Yahudiler,
"Buyurun, buyurun!" diye davet ettiler,
Çok ettiler, Yunanlardan Şekvayı.
1324 başlıklı destan,
memleketin dününü ve yarının isabetli şekilde anlatan fikir kümesidir. Şair
Ebubekir'i El-fakir bu destanda bir çeşit yağma ve soygun düzeni olan Batı
sömürgeciliğini ve memleketin geleceğini şöyle anlatır:
Bakır madenleri işlemez
oldu,
Çinko, tas, tencere ortalığı aldı.
Avrupa defineyi buradan aldı,
Bizim tükenecek akçemiz mi var?
Avusturya malı hiç
gelmez olsun,
Şair ecnebiye mümayun olsun,
Fabrika şirketler inşaat olsun,
Hazineye malik milletimiz var.
Destanlarda felsefî düşüncelere
geniş ölçüde yer verilir. Süleyman Kesepara bir destanında dünya görüşünü
şöyle açıklıyor:
Dünyanın zevki,
safası yalan,
Aklun olsun, sen da işuni kolan,
Asla hiyanetlan eyleme kelâm,
Hak'kı dinle, böyle imiş burası.
Vatan ve askerlik
kavramları destanlarda en çok işlenen konulardandır. Ali Sükâs bir destanında
şöyle diyor:
Biz Türk askeriyiz,
benzeriz kurde,
Hudutta bekçiyiz bu şanlı yurde
Her vakit harp için hazırız burde,
Asker vatan için acımaz can.
Deniz faciaları Rize
destanlarında geniş yer tutar; batan motorların, vapurların hikâyelerini
Rize halk şairleri acı bir dille anlatırlar; halk da bu destanları hem okur,
hem ağlar. Bu konuda iki örnek üzerinde durmak istiyoruz. Bunlardan biri
Mehmet Girit'in 1937'de Kefken açıklarında batan "Hisar" gemisi için
yazdığı destan. Bu destandan bir dörtlük okuyalım:
Hacı Baba her gün
yoluna bakar,
"İbrahim" deyince yaşları akar,
Kardaşların ağlar, yürekler yakar,
Aduni işiten dua eyledi.
Bir de Ali Sükas'ın
Refah Destanı var. İkinci Dünya Savaşı sırasında Akdeniz'de bir denizaltı
tarafından batırılan Refah vapurunda 167 denizcimiz hayatını kaybeder. Bu
facia için yazdığı destanda Ali Sükâs şöyle der:
Bu kadar insanın yok
bir mezarı,
Kimden almış iduk bu intizarı,
Hiç olmaz cenazem çıksa dışarı,
Derdum, toprağumuz bundan olacak.
Rıza'nin Destanı'nın
konusu aşk, yöredeki adıyla sevda. Rıza, akrabası ve komşusu Şerife'yi
sevmektedir. Fakat bu aşk iki genç arasında kalmıştır. Yağmurlu bir günde,
annesinin üzüm toplamak üzere çıktığı ağacın altında bekleyen Şerife'ye
yıldırım çarpar; genç kız bu yüzden ölür. Rıza, bu olay üzerine acılarını
bir destanla dile getirir. Destandan bir dörtlük:
Bülbülcüğüm benim
dalda dururdu;
Bazı bazı bahçelerde yürürdü;
Bahçede menevşe meğer kurudu,
Bu da ol Hüdanın emrü fermanu
Rize halk şiiri geleneğinin
ikinci türü türkülerdir.
Türkü sözü, bir şiir öteki de atma türkü olmak üzere iki anlamda kullanılır.
Birinci anlamda türkü şairin tek başına söylediği ya da bir yakınına,
dostuna, ya da meslektaşına mektup biçiminde yazarak gönderdiği şiirlerdir.
Türküler şekil itibariyle yedişer heceli beyitlerden oluşur; kafiye bakımından
da beyitlerin birinci mısrası serbest, ikinci mısraları birbirleriyle
kafiyelidir; türkülerin beyit sayısı sınırlı değildir; çok uzun
olabilir. Bu husus konuya ve şairin takdirine bağlıdır.
Türkülerin belli
konuları yoktur. Şair türkülerinde dilediği olayı ve düşünceleri ele
alabilir.
Türkü dalında en çok
örnek veren şairlerinden biri Ömer Çom'dur. Şairimiz, gurbet hayatında çektiği
acıları memleketteki bir dostuna mektupla şöyle anlatır:
Ömrümün geçurmedum,
Dertsuz bir saatini.
Bir mektup yazun bana,
Yollayım kağıdını.
Mektup yazmak adamun,
Kaçurmaz rahatini.
Bir genç adamın evlenme
türküsü var. Baba oğluna,
- Naylayı bitir ,seni evlendireceğim,
der. (1) Delikanlı heyecanla işe girişir, naylayı bitirir. Fakat baba
evlenme konusuna bir daha değinmez. Bunun üzerine delikanlı şöyle yakınır.
Baba kandurdi beni,
Yolladı beni işe.
Bende gittum de girdum,
On beş karış kirişe.
Ne zaman nayla bitti,
Ne evlenmek, ne bişe...
Atma türkü, karşılıklı
türkü ya da karşıberi türkü adlarıyla anılan ikinci tür türkü, Rize bölgesine
özgü bir şiir şeklidir. İki şair arasında karşılıklı olarak söylenir;
biri söyler, öteki de karşılık verir; şiir böylece akıp gider.
Atma türkü karşılıklı
olarak söylenen kümelerden oluşur; kümenin birisi bir şaire öteki de karşıdaki
ikinci şaire aittir. Kümeler kural olarak iki mısradan oluşur, dolayısıyla
beyitler halindedir. Şairin birisi bir beyit söyler, karşıdaki de yine
beyitle cevap verir, kümelerin birden fazla beyitten ya da ikiden fazla mısradan
oluşması mümkündür. Mısraların hece sayısı yedidir. Kafiye yönünden
her beyitin birinci mısrası serbest, ikinci mısrası ilk beyitin ikinci mısrasıyla
kafiyelidir.
Atma türkü başta düğünler
olmak üzere değişik amaçlarla düzenlenen şenliklerde ve toplantılarda söylenir.
Bunun için iki topluluk, iki kol oluşur. Her kolun başında bir şair
bulunur. Buna kolbaşı ya da türkücü denir. Kola giren öteki kişilerde ses
vermek suretiyle ona yardım ettikleri için (kürekçi) adını alır. Atma türkü,
o anda şairin içinden doğan duygu ve düşüncelerin dile getirilmesi
suretiyle, eski deyimiyle, irticalen söylenir. Türküyü ilkin kolbaşı
bulur, sonra yanındakilere fısıldar, arkasından hep birlikte, musiki
terimiyle koro halinde ortaya koyarlar. Birinci kol türküyü bitirince ikinci
kol da ayrı yöntemle, yine beyit halinde karşılık verir. Bu suretle söylenen
atma türkü çok uzun olur; bütün bir gün, bütün bir gece sürebilir.
Kol halinde türkü söylenirken
çalgı yoktur. Kendine özgü havası olan atma türkü, aynı zamanda çalgı
işini görür. Türkü söylenirken horon edilmez; halka şeklini alan iki kol,
atma türküsünün havasına uyarak ağır ağır döner.
Atma türkü, düğün ve
benzeri şenlikler, toplantılar dışında da söylenir. Şairlerin zaman zaman
karşı karşıya gelmek suretiyle türkü söyledikleri de olur. Bunların dışında
şairlerin ya da yetenekli kişilerin günlük hayatı içinde atma türkü söylediklerine
de rastlanır.
Atma türkü çoğunlukla
erkekler arasında söylenir. Bununla birlikte erkeklerde kadınların yada
sadece kadınların kendi aralarında atma türkü söyledikleri olur. Atma türkü
aynı zamanda şairler için bir çeşit imtihan alanıdır. Hangi şair karşısındakini
susturur, cevap veremez hale getirir, özel deyimiyle, tutturursa o şair usta
sayılır. Bu durum kadıbağında daha iyi belirir.
Kadıbağı, özellikle düğünlerde,
atma türkü söylemek için meydana getirilen bir topluluktur. Kadıbağına
katılanlar kol kola girerek bir halka oluştururlar ve sallanarak ağır ağır
dönerler. Burada çalgı yoktur, besmeleyle kafiye, daha doğrusu uyum sağlanır.
Kitle ses verir, biri söyler, biri bir sesle çıkar, öbürü de sese kafiye
bulur; iki taraf bu sesle birbirini cevaplar. Bu, bir yönüyle akorttur. Ses
ince ya da kalın olursa cevap vermezler, orta söylerler.
Kadıbağı bir çeşit
imtihan olduğu için türkücüler birbirini iğneler, birbirinin zayıf tarafına
yüklenirler. Bir örnek verelim. Kadıbağında bulunanlardan birinin gelini
erken doğum yapar, düğünden itibaren dokuz ay dolmadan çocuk dünyaya
getirir. Bu olay üzerine Hanif oğlu Memiş şöyle der:
Burası sulak yerdir;
Tez doğurur oğlaklar.
Kusurlarının,
eksikliklerinin yüzüne vurulmasını istemeyenler kadıbağına giremezler.
Atma türküde insan ve
toplum hayatının bütün meselelerine, çeşitli düşüncelere yer verilir.
Ayrıca usta olmak isteyen şairler karşısındaki, zayıf tarafını ele
almak, kendi yeteneğini göstermek suretiyle alt etmeğe çalışırlar.
Örnek olarak İnce
Ali'yle Mustafa'nın karşılıklı olarak söyledikleri türküyü okuyalım:
İnce Ali - Adum
Ali'dur Ali,
İnce giderum ince.
Mustafa - Remezene doğmişim,
Yirmi yedinci gece.
İnce Ali- Ne tatlı
yemek olur,
Suti katınca prince,
Mustafa - Derler sırat
köprisi,
Kıldan incedir ince.
İnce Ali - Ne suval
verecesun
O sıratı geçince. (1)
Atma türkü, Halk
Edebiyatı'nda yaygın olan atışma türüne benzer. Köken itibariyle de atma
türkü Orta Asya'ya kadar uzanır. Gerek Divan-ı Lugat'it Türk'te gerek
Kutadgu Bilik'de karşılıklı olarak yapılan konuşmalar ve söylenen şiirler
vardır.
Rize halk şiirinde özellik
taşıyan ve düğünlerde söylenen bir şiir türü de Selim Sayma'dır; bu şiirin
söyleniş şekli şöyledir:
Düğünlerde kızın
arkasından gelen düğüncü kızın evinde; kızın ya da erkeğin evine
gelindiğinde önce Selim Sayma söylenir. Bunun için ocakta bir halka meydana
getirilir. Bu sırada çatıya doğru tabancalar atılmaya başlanır. Kazaya
meydan verilmemesi için topluluk uyarılır:
- Yukarıda kimse
durmasın! Kiremitler aşağıya inecek!
Arkasından mutfakta,
ocakta, üzerinde yemek pişirilen tömelye denen taş kaldırılarak ortaya
getirilir, sonra Selim Sayma'ya başlanır. Selim Sayma, bu başlığı taşıyan
şiirin koro halinde, kendine özgü bestesiyle söylenmesidir. Bunun için de
halka oluşturulur, iki ya da üç kişi topluluğun başına geçer ve Selim
Sayma başlıklı şiiri özel bestesiyle söylerler.
Selim Sayma kümelerden
oluşur. Kümeler iki kısımdır; birinci kısım 3 ya da 4 mısradır. İkinci
kısım her kümeden sonra tekrarlanan nakarattır. Mısralarda hece sayısı
8'dir. Genellikle 4. hecelerde durak vardır; durakların 5. hecede yapıldığı
da olur. Kafiye şöyledir: 3 mısralık kümelerde her üç mısra birbiriyle
kafiyelidir; 4 mısralık kümelerde ise 1, 2 ve 4. mısralar birbiriyle
kafiyelidir; 3.mısra serbesttir. Her üç yada 4 mısradan sonra nakarat
tekrarlanır.
Selim Sayma için gerekli
halka kurulduktan sonra 2 ya da 3 kişi topluluğun başına geçer. Bunlar kümelerin
3 yada 4 mısradan oluşan birinci kısımlarını özel bestesiyle, arkadan
halkayı meydana getiren öteki kişiler de koro halinde kümelerin ikinci bölümünü
oluşturan şu nakaratı söyler:
Helessa yalessa
Heyamola hessa ho...
Baştakiler kümelerin
birinci kısımlarını söylemek, ötekilerde nakaratı tekrarlamak suretiyle
Selim Sayma'yı tamamlarlar. Yalnız erkekler arasında söylenen Selim Sayma'da
dönmek yoktur; herkes, başka bir deyimle, halkayı oluşturanlar oldukları
yerde dururlar.
Selim Sayma belli bir şair
tarafından söylenmiş değildir; ortak bir şiirdir. Baştakiler daha önce söylenmiş
olan kümeleri tekrarlayabilecekleri gibi yeni kümeler de ekleyebilirler. Böylece
düğünlerin özelliği sayılan Selim Sayma uzun bir şiir halini alır.
Selim Sayma'yı atma türkü
izler; Selim Sayma'dan atma türküye geçilir. Bu bakımdan Selim Sayma, uzatma
halinde türküye zaman kalmayacağı için, alışılmış ölçüde bırakılır,
gereğinden fazla sürdürülmez.
Selim Sayma'nın bir kümesi
şöyle:
İşte geldik, başlayalım,
Eyva, trunci taşlıyalum,
Bu yıl bunda kışlayalım.
Nakarat:
Helessa yalessa
Heyamola hessa ho...
Rize halk şiirinde dörtlü
türkülerle maniler geniş yer tutar. Dörtlü türküler, 7 heceli, 4 mısralı,
birbirine bağlı olmayan, her biri ayrı bir düşünceyi kapsayan şiir kümeleridir;
1 ve 2. mısralar doldurmadır. Asıl düşünce 3 ve 4. mısralarda toplanır.
Kafiye yönünden 1 ve 2. mısralar serbest 2 ve 4. mısralar birbiriyle
kafiyelidir. Manilerden farkı budur. Çünkü manilerde 1, 2 ve 4 mısralar
birbirleriyle kafiyelidir; 3. mısra serbesttir.Dörtlü türkülerde değişik
düşünceler anlatılır.
Dörtlü türküye örnek:
Aldı bir ince yağmur,
Paklar evun kirini.
İki katar eltiler,
Buldiler birbirini.
Maniler şekil yönünden
Halk Edebiyatı örneklerine uygundur; başta sevgili ilişkileri olmak üzere
değişik düşünceleri kapsar. Aynı zamanda bölge şartlarından gelen özellikler
de manilerde yansır.
Bir mani örneği:
Atma beni vurursun,
Kız kolların kurusun;
Funduk bahçelerinde,
Arar beni bulursun.
Halk Edebiyatı'nda yaygın
bir gelenek vardır. Muamma. Bu yöntemle şairler birbirlerini imtihan ederler.
Rize halk şiirinde bu geleneğin de örneği şöyle: Şair Yunus Ketenci, Ali
Osman Girit'e sorar:
- Kuşladan hangi kuştur,
Süt verir yavrusuna?
Ali Osman Girit'in cevabı:
- Akşamdan dolanıyı,
Evunun kapısına.
Cevap, yarasadır.
Yarasa memeli kuştur.
Rize yöresinde, özellikle yaz akşamları yarasalar alaca karanlık bastıktan
sonra ortalıkta dolaşırlar, dallara, damlara, saçaklara konarlar. Bu bakımdan
cevap doğrudur.
Rize halk şiirinde
tekerlemeye de yer verilir. Bu konuda karısını Tarı vapuruna bindiren bir
kocanın İstanbul'daki akrabasına yazdığı şu tekerleme örnek olarak gösterilebilir:
Tarı suyadur,
Fadimem ondadır,
Kabaklar baş altınadır,
Eşyası ambardadır,
Belet kaptanadur,
Fadimeyi alasun (2).
Rize halk kültüründe
biri insanlarla biri de hayvanlarla ilgili olmak üzere iki türlü hikâye vardır.
İnsan hayatını kapsayan hikâyelerde çeşitli konular ele alınır. Örnek
olarak bir horon hikâyesini verelim.
Horon uzun süre oynanan
bir oyundur; onun için başlayan, kolay kolay oyundan çıkmaz. Bu özelliği
konu olan hikâye şöyle:
Kadın horon etmektedir.
Karnı acıkan çocuk annesinin yanına gelir, dolabın anahtarını ister. Kadın
oyundan ayrılmadan, horonun havasına uygun biçimde şöyle der:
- Al gerimden,
gerimden.
Çocuk annesinin belinden
anahtarı alır, eve gelir, dolabı açar, istediklerini çıkardıktan sonra
kapatır, annesinin yanına döner, anahtarı nereye koyacağını sorar. Kadın
horonda olduğu için yine, oyunu bozmadan aynı hava içinde, şöyle karşılık
verir:
- Koy yerine, yerine.
Gene eski yerine.
Uzun kış gecelerinin başlıca
eğlencesi hikâye, masal, efsane, obur hikâyeleri ve mesel anlatmaktadır.
Ocakta, kazanda mısır, külde yeralma pişirilirken bir yandan da hikâyelerle
eğlenilir. Bunları çoğunlukla yaşlılar söyler, gençler ve çocuklar
dinler. Anlatılanlar arasında hayvan hikâyeleri geniş yer tutar. Bir örnek:
Horoza sormuşlar,
- Sabahleyin niçin erken erken öter de milleti rahatsız edersin?
Horoz şöyle karşılık vermiş:
- Ötüyorum ki gelin uyansın, kalksın, işe başlasın.
Konuşmanın arkası şöyle:
Kişi- Görüyorsun ki
gelin uyanıyor, ama kalkmıyor.
Horoz -Ha, o benim işim
değil. Ben öterim, gelini uyandırırım. Gelin ister kalkar, ister kalkmaz
ona karışmam.
Masallar ve efsanelerin
de güzel örnekleri vardır.
Kurbağa masalı: Atlıya
atlıya gittiği için kurbağaya geçmiş dönemlerde patakıça derler ve şu
masalı anlatırlarmış:
Kadının biri akşam evine giderken patakıçaya basmış, fakat farkedememiş.
Arkasından jandarmalar gelmiş. Kadını alıp mahkemeye götürmüşler.
Mahkeme edenlerle kadın arasında şu konuşma geçmiş:
Muhakeme edenler- Sen
adam öldürdün.
Kadın -Ben adam öldürmedim.
Muhakeme edenler -Yemin eder misin?
Kadın -Yemin ederim, ben adam ezmedim; patakıçaya bastım.
Muhakeme edenler -Yarın ne öldürdüğünü görürsün. diyerek kadını
serbest bırakmışlar. Ertesi günü kadın bakmış ki ağaç dalında bir
patakıça asılmış. Meğer kadın cine basmış; muhakeme edenler de cinmiş.
Bundan başka yine cin,
peri, deniz kızı, su perisi masalları vardır. Rize'nin bir mahallesinde küçük
çağlayanla ilgili olarak şöyle bir masal anlatılır.
- Bir gece Pazardan
geliyordum. Baktım orada, suyun altında bir kız var. Çok güzel. Saçlarını
yıkıyor. Yanına yanaştım, hiç kaçmıyor. Elimi sürdüm; bir şey demedi.
Sonra eve gelirken bana öyle bir tokat vurdular ki...
Başka birisi gençlik çağlarında
kıyıda gezerken belden aşağısı balık, yukarısı kız olan deniz kızını
gördüğünü söyledi.
Yine bazı yerlerde
cinlerin, perilerin bulunduğuna inanılır, "Sahipli" denen bu
yerlerden geçmenin tehlikeli olduğu söylenir.
Pilâv Dağı Efsanesi
Efsaneye göre İstanbul Boğazı açılmadan önce çevre denizle kaplıymış.
Sular Büyükdere (Çayeli'nde bir dere) yönünden Haremtepe eteklerine kadar
gider, yerden 150 metre kadar yükseklikte bulunan kayalara çıkarmış. O
zamanlarda gemiler buralara gelir, palamar adı verilen halkalara bağlanırmış.
İstanbul Boğazı açılınca sular çekilmiş demir halkalarda görünmez olmuş.
Bu halkaların bulunduğu yerde Katarahlı ya da Kataraklı deresinin yatağı
varmış.
Bir de obur hikâyeleri
vardır. Obur, hortlak karşılığı olarak kullanılır. Ölülerin geceleri
mezarlarından çıkarak dolaştıklarına, evlere girdiklerine inanılır.
Bunlara Obur denir. Ölüler, özellikle kötü ruhlar, geceleri mezardan çıkarlar,
beyaz örtüye, daha doğrusu kefene bürünürler, mezarın üstüne otururlar,
ortalıkta dolaşırlar, çeşitli kılığa girerlermiş. Buna göre uğrama
obur, tabutu sırtında gezen obur diye adlandırılırlar. Oburlar şekil değiştirirler,
kedi, keçi, öküz olur, insanın önüne geçer, arkasından yürür, ortalık
ağarınca da mezara dönerlermiş. Genellikle mezarlıklarda bulunduğuna inanılan
oburların yollarda dolaştıkları da söylenir. Geçmiş dönemlerde, elektriğin
bulunmadığı yolların, kırların karanlık ve tenha olduğu zamanlarda arkasında
oburun geldiğini, keçi, kedi, öküz biçimine girerek önünden yürüdüğünü,
sonra birden kaybolduğunu anlatanlara rastlanır.
Bir örnek verelim:
Adamın biri su almak üzere pınara gider. Dönüşte karanlıkta önüne bir
öküz çıkar; boğuşmaya başlarlar; böylece kıyıya kadar gelirler. Öküz
orada adamı denize atar ve kaybolur, adam da ıslanır.
İnanışa göre oburlar,
kapılarda ağlar, iğne ucu kadar olan deliklerden bile girer, evlerde dolaşır.
Bu yüzden obur masallarını dinleyen çocuklar çok korkar, hele mezarlıkların
yanından geçemezlerdi. Onun için umacı şekline sokulan obur, çocukları
korkutmak bakımından başvurulan vasıta haline getirilmiştir. Uyumayan çocuğa
- Obur gelecek!
Derlerdi. Bunu duyan çocuk
hemen kafasını yorgana sokar, uyurdu.
Kış gecelerinin bir eğlencesi
de mesel söylemektir. Mesel kelimesi, Halk Edebiyatı'ndaki bilmecenin karşılığı
olarak kullanılır. Mesel hem bir eğlence hem de fikri çalışma, alıştırma
vasıtasıdır.
Meselde iki kişi vardır.
Biri mesel söyleyen. Mesel söyleyen bir varlığı tanımlar, karşısında
bulunan ikinci kişi de anlatılan varlığın adını söyler.
Mesel söylemede konuşmaya,
- Bir mesel söyle bakalım, diye getirilir. Birinci kişi şu üçlüyle başalar:
Mesel mesel metettum,
İki sıçan et ettum,
Dışune davet ettum.
Ardından mesel söylenir.
Rize halk kültüründe mesel sayısı sınırsızdır. Burada sadece bir örnek
vermekle yetineceğiz. Örnek mesel şöyle:
- Dağdan gelir hora
hora,
Ayağına zilli tura.
Birinci kişi bir varlığı
böyle tanımlamaktadır; sözünü bitirince ikinci kişiye sorar:
- Söyle bakalım
nedir?
İkinci kişi cevap
verirse ikinci mesele geçilir. Olmazsa,
- Bilemedim,
der. Bunun üzerine ikisi
arasında pazarlık başlar:
1. kişi: Ne veriyorsun,
söyleyeyim?
2. kişi: Bizim ırmağı vereyim.
3. kişi: Irmak nedir ki?
4. kişi: Hadi dereyi de vereyim.
5. kişi: Olmaz.
6. kişi: Hadi dünyadaki bütün dereler senin olsun.
Pazarlık ciddî bir
havaya büründürülerek sürüp gider. İkinci kişi vadettiği mallar
kendisine aitmiş ve gerçekten verecekmiş gibi davranır. Birinci kişi de karşılıkları
söylerken alma havası içinde görünür. Sonunda teklifi kabul ederse,
- Peki söyleyeyim.
der, arkasından yukarıdaki tanımlanan varlığı söyler.
- Arı.
Basit bir soru cevaplandırılamadığı
için ocak başında, soba etrafında oturanlar, mesel söyleyenler ve
dinleyenler gülüşürler. Sonra başka mesel ya da hikâyeye geçilir. Böylece
gece yarılarına kadar eğlenilir.
Özsözler ya da özlü sözler
hayat boyunca yaşanan deneylerin kısa ve güzel biçimde anlatımıdır.
Bunlar aynı zamanda yol gösterici niteliktedir. Rize halk kültüründen bir
özlü söz örneği verelim.
Ev adamı ne kadar kötü
olsa yine evini bilir.
El adamı ne kadar iyi olsa yine yabancıdır; kendi evini bilir.
İnançların, insanların
hayatında önemli bir yeri vardır; akıl, mantık ve müsbet bilgi dışında
da olsa inançlar çoğunlukla davranışları yönlendirirler. Bu konuda Rize
halk kültüründen birkaç örnek verelim:
Elini başkasının
cebine sokmamalı, sonra o kişi riyasını unutur.
Ölüyü borçlu yatırmak günahtır.
Kızla güveyin parmağına yüzükleri takacak kişi analı -babalı olmalıdır.
Hayvanlarla ilgili birçok inanışlar vardır. Örnekler:
Kadın gebe olduğu zaman hohori kuşu ocağa konar,
- Çivi, çivi.. Diye öterse
doğacak. Çocuk erkek olur. Yok eğer,
- Ho... ho... ho... Diye
öterse doğacak çocuk kız olur.
İkinci örnek:
Kukudi kuşu her zaman ötmez; Nisan ayı içinde gelir, Mayıs ve Haziranda,
- Kuku.... Kuku...
Diye bağırır, sıcak geldiği zaman gider.
Kukudi için şöyle
derler:
- Kukudi sabahleyin sen kalkmadan bağırırsa seni yendi demektir. Onun için
sabahleyin kukudi ötmeden kalkmak lâzım.
Üçüncü örnek:
Pardi kimin evine bakarak bağırırsa o evden ölü çıkar.
Dua ve beddua halk kültüründe
geniş yer tutar; insan Tanrı'dan isteklerini ya da insanlar için iyi
dileklerini duayla dile getirir. Bu bakımdan dua iki türlüdür.
Tanrı'ya yakarış, bir
de sevilenler için iyi dilekte bulunma. Tanrı'ya yakarış ya bir dilekte
bulunma ya da kötülüklerden korunmak içindir. Akşamları yatarken şöyle
yakarışta bulunulur;
Yattum Allah,
Kaldur beni,
Nur göline,
Daldur beni.
Soldan döndüm sağuma,
Sığındım Allahuma,
Ezan sesi kulağuma,
Kervan (Kur'an) sesi canuma,
Melekler şahit olsun,
Dinume, imanuma.
Duanın ikinci şeklide
sevilenler için iyi dilekte bulunmak. Bu konuda iki örnek verelim.
- Beyaz sakal tarıyasun.
(Muhatabın çok yaşaması, uzun ömürlü olması dileğiyle. Çoğunlukla
anneler çocuklarına böyle hitapederek uzun ömürlü olmaları hususundaki
isteklerini dile getirmiş olurlar).
İkinci örnek:
- Sular gibi artasun.
(Fazla çocuk sahibi olmak için söylenen dua. Çoğunlukla anneler, büyükler,
evlâtlarının çok çocuk sahibi olmaları için bu şekilde duada
bulunurlar).
Beddua insanın sevmediği,
düşman olduğu kişilerin cezaya, kötülüğe uğramaları için yapılır.
Beddua örnekleri:
Allah bakar dağını,
Verir kararını.
(Allah kötülük yapanlara gereken cezayı verir.)
Allah, yedi yorgan yıpratsun!
Kişinin ölüm sırasında can çekişmesinin uzun ve ıstıraplı geçmesi için
yapılan beddua. Sevilmeyen, kötülük eden, akibetinin kötü olması istenen
kişi için böyle denir. "Ölürken öylesine acı çek ki kendini yere
at. El, kol, vücut hareketlerine yorgan dayanmasın!"
Toplum hayatının düzenleyen
kurallar halk kültürünün önemli bir bölümünü oluşturur. Bunlar da
gelenek ve göreneklerle halk hukuku olarak adlandırılır.
Gelenek ve görenekler
toplum ve insan ilişkilerinin bütününü kapsar. Başta evlenmeyle ilgili
gelenekler yer alır.
Evlenme gelin ve damat
adayının belirlenmesiyle başlar. Bu amaçla bazı yöntemler uygulanır. İlkin,
daha çok geçmiş dönemlerde başvurulan beşik kertmesi yöntemini gözden geçirelim.
Beşik kertmesi, kızın
ve erkeğin küçük yaşlarda, hatta beşikte iken, zamanı gelince
birbirleriyle evlenmelerinin anne ve babaları ya da aile büyükleri tarafından
kararlaştırılması anlamını taşır. Böylece geleceğin gelini ve damadı
çocukluktan itibaren birlikte büyüyecekler ve zamanı gelince de
evleneceklerdir.
Beşik kertmesini güçlendiren
manevî unsurlar vardır. Bu yöntem, ana, baba ve aile büyükleri tarafından
verilen karara dayandığı için saygı, bağlılık ve yücelik duygularını
kapsar. Çocuklarının mutluluğunu isteyen saygın kişilerin bu kararları
gençlerin benliklerine yer eden, onların ölümü halinde de bir anlamda
vasiyete dönüşür. Vasiyete uymak ise üstün bir görevdir. Onun için beşik
kertmeli nişanlıyı terketmek uğur getirmez; hele büyüklerin ölümü
halinde böyle bir davranış günah sayılır.
Beşik kertmesine benzer
bir yöntem daha vardır. Henüz evlenme çağına gelmeyen çocukları küçük
yaşta sözlemek, başka bir deyimle nişanlamak. Daha çok yakın akraba arasında
uygulanan bu yöntemde erkeğin anası ya da babası kendi çevresinde beğendiği
bir kızı, yaşına bakmaksızın, oğluna ister, karşı taraf da bunu kabul
eder. Böylece küçükler nişanlanmış olurlar, nikâhları da kıyılır. Bu
yöntemin bir başka sebebi de kızın, büyüdüğü zaman, kaçırılması,
zorla alınması ihtimalini önlemektir.
Gelin adayının ana baba
tarafından belirlenmesinde uygulanan öteki yöntemlerde görücülüğe ve kız
bakmaya gitmek deyimiyle adlandırılır. Her ikisinde de amaç aile yaşantısına,
çevre şartlarına uyum sağlayacak, ev işlerine yatkın, becerikli bir kız
bulmaktır.
Görücülüğe gitmek,
bellik bir kızın aranan şartları haiz olup olmadığını gözlemek için
kayınvalide adayının katılımıyla ya da kayınvalide adayı olmaksızın
tanıdık, akraba kadınların haberli ya da habersiz bir şekilde yaptıkları
bir ziyarettir. Böylece adayda aranan niteliklerin bulunup bulunmadığı araştırılır.
Bu ziyarete "Görücülüğe gitmek" ziyarete gidenlere "görücü"
genç kızın görücüleri karşılamasına "görücüye çıkmak"
denir. Kız bakmaya gitmek, aday aramak amacıyla yapılan ziyaretlerdir. Bir de
kız kaçırma yöntemi vardır.
Evlenme çağına gelen kızla
erkek arasında aşk, yöredeki deyimiyle, sevda ilişkisinin doğması halinde
kız kaçırma yöntemine başvurulur. Taşınmaz malların bölünmemesi,
delikanlının başlık parasını vermemesi, düğün masraflarını karşılayamaması,
maddi varlığa dayanan seviye farkı, geçmişten gelen husumet, ailenin karşı
koyması gibi sebepler yüzünden evlenme engeliyle karşılaşan gençler
kaderlerini kendileri belirlerler; kız ana -babanın muvafakatı olmaksızın
delikanlıya kaçar. Kız kaçırma budur. Olayda zorlama yoktur; iki gencin hür
iradeleriyle evlenmeye karar vermişlerdir. Ancak kızı, erkeğin peşine gitmiş,
onuru kırılmış durumda göstermemek amacıyla olaya sanki zorla götürülmüş
havası vermek için bu deyim kullanılır. Bu olaya "uyma gitmek"de
denir. Ancak daha çok kızı kınamak için böyle konuşulur. Kız kaçırma,
çoğunlukla, çevrenin yardımı ve aracılığı sayesinde evlenmeyle sonuçlanır.
Gelin adayı
belirlendikten sonra erkek tarafı, ailesinden kızı isterler. Buna kız
isteme; olumlu karşılık verilmesi üzerine evlenmenin kesinleşmesine de (söz
kesme) denir. Arkasından evlenmenin hukukî işlemi nikâh, sonra da tören ve
şenlik yönü olan nişan ve düğün gerçekleşir.
Geçmiş dönemlerde kaç
-göç dolayısıyla bir araya gelemeyen tarafları vekilleri temsil eder. Oğlanın
ve kızın muvafakatı alınırdı. Bunun için üç kişi kızın evine gider,
birisi adayı kabul edip etmediğini sorar. Kızın kabul iradesine göre iki kişi
de şahitlik ederdi. Ondan sonra nikâh kıyılırdı. Bununla birlikte kızın
muvafakatını almadan da nikâh işleminin yapıldığı olurdu.
Nişan, nikâhtan önce
ya da sonra kadınlar arasında olur. Damadın annesi, yakınlarıyla birlikte kız
evine gider. Nişan yüzüğü kızın sağ elinin ince parmağına takılır,
ayrıca çeşitli altın ve giyecek gönderilir.
Düğünde horon ve türkü
dahil olmak üzere çeşitli şenlikler yapılır. Silah atılır, dinamit
patlatılır. Önce geline gönderilen eşyayı kapsayan mes- pabuç Pazartesi günü
gelir ve gelin hazırlanır. Salı günü düğün yemeği pişirilir. Çarşamba
günü oğlanın evinde düğün başlar, tulum zurna çalınır, horon yapılır.
Aynı gün ve gece kızın evinde de şenlik olur, kızlar, erkekler horon
ederler, türkü söylerler, selim sayarlar. Perşembe günü oğlanın evinde
şenlik yapılır, arkasından düğüncü gelini almak üzere kızın evine
gider Perşembe akşamı gerdek gecesidir. Cuma günü oğlanın evinde toplanılır.
Buna sabayi ya da Paça günü, bugün için hazırlanan özel elbiseye (Paça günü
elbisesi) denilir. Komşular, gelin getirdiği eşyayı görmeye gelirler, aynı
zamanda kızlar karşılıklı türkü söyler ve horon ederler. Bu toplantı
kadınlar arasında olur. Cumartesinden itibaren gelin ev işlerine başlar.
Düğünden 2-3 gün
sonra kız evinden damadın evine gidilir. Buna "kız bakmaya gitmek"
denir. Bunun için mısır unundan helva yapılır, siniye konur, baklava şeklinde
kesilir; bir erkek ve bir kadın siniyi damadın evine götürürler. Orada
helvanın yarısı alınır, yarısı gelinin babasının evine geri gönderilir,
gelin de kadın ve erkekle birlikte baba evine varır, ev uzaksa orada bir gece
kalır. Sonra damat evinden gelir, gelini alıp götürürler, damat onlara katılmaz.
Bu olaya "Sini" denir. Bu ziyarette, baba evinde kızdan evliliğin
ilk günleri hakkında bilgi alırlar; varsa karşılaştığı meseleler
sorulur. Bu ziyaretten sonra enişte davetleri başlar.
Gelin, evliliğin 7 ve
15. günlerinde kocasıyla birlikte baba evine gider; ikinci yemekte iki akşam
kalır.
Yeni gelin kırk gün,
baba evine yaptığı ziyaretler dışında, akşamları evden dışarı çıkmaz.
Zorunlu hallerde yanında bir ya da birkaç kişi bulunur. Çekemeyenler kötülük
yapabilirler. Doğumu izleyen kırk gün içinde de bebek ve loğusa evden ayrılmaz.
Aile ilişkilerinde bir
de süt konusu vardır. Bazı kadınlar çevredeki erkek çocukları emzirirler.
Böylece akrabalığa benzer yakın ilişkiler doğar; kadına süt anne, erkeğe
uyağı denir.
Gelenek ve göreneklerin
önemli bir bölümünü karşılıklı yardımlaşmalar oluşturur. Bunlara eğratlık
ya da meci denir. Her iki gelenekte de komşular birbirlerinin işlerini ücretsiz
olarak görürler, komşuları kendi işinde çalıştırmaya (eğratlık etmek)
bu yöntemle çalışan kişiye (eğrat) denir.
Eğratlık eden, eğrata,
kaç gün çalıştırmışsa o kadar borçlanır, başka bir deyimle onun işinde
o kadar gün çalışır. Bununla birlikte böylesine bir karşılık olmadan da
komşular birbirlerinin işlerini görürler. Sadece eğrata yemek verir. Eğratlık
yöntemi değişik alanlarda uygulanır, mısır çapalamak ve mısır kabuğunu
soymak gibi.
Mısır, iki defa çapalanır;
1. kat ve 2. kat denir; 1. katı vurmak, 2. katı vurmak gibi. Bu iş eğratlıkla
yapılır. Mısır soyma işi de öyle. Mısır toplandıktan sonra bir odaya yığılır.
Komşular çoğunlukla geceleri toplanarak birbirlerinin mısırlarını
soyarlar. Buna mısır mecisi de denir. Mısır mecisi eğlence havası içinde
geçer, türkü söylenir. Bir mecide söylenen türküden hatırlanabilen beyit
şöyle:
İplerum yiğum
dolmaz,
Çözerim çile olmaz.
Eğratlık kelimesi,
genellikle, evin dışındaki ortak çalışma, meci anlamında kullanılır.
Bununla birlikte evin dışındaki çalışmaya da meci denir; her iki kelime
aynı tür çalışmayı gösterir. Mısır mecisi dışındaki meci çalışmaları
şöyledir:
Gübre Mecisi
Evin altındaki ahırda bulunan gübre uzaktaki tarlalara gübre mecisi ile taşınır.
Bunun için 30-40 kişi toplanır. Bu topluluk üçe ayrılır. Birinci topluluk
yerdeki gübreyi sepetlere doldurur, ikincisi sepetleri yanlarından tutarak taşıyıcıların
arkasına yükler; taşıyıcı olan üçüncü takımda gübreyi tarlaya götürür.
Bu yöntem çok sayıda hayvan besleyen yukarı köylerde uygulanır.
Fındık Toplama
Mecisi
Fındık meci yöntemiyle toplanır. Topluluk üçe ayrılır; birinci takım fındığı
daldan toplar; ikincisi sepetlere doldurur, üçüncü takım da evlere taşır.
Odun Kesme Mecisi
Odun kesme mecisinde birinci takım odunu keser, ikinci takım taşınacak şekle
getirir, üçüncü takımda evlere taşır.
Çimen kesme, yaprak
yapma işleri de meci yöntemiyle yürütülür.
Eğratlık, meci çalışmaları
aynı zamanda bir eğlencedir; bu tür toplantılarda horon edilir, atma türkü
söylenir. Ancak çay ekiminden sonra mısır, fındık dikimi, hayvancılık
azaldığı için eğratlık ve meci gelenekleri de birer hatıraya dönüşmektedir.
Yaşayan hukuk, başka
bir deyimle halk hukuku, yüzyıllar boyu bir arada bulunmaktan doğan hukuk
kuralları, halk kültürünün önemli bir bölümünü oluşturur. Çeşitli
alanları kapsayan bu kurallar yazılı değildir; kişiler arasındaki ilişkileri
düzenleyen kurallar sözlü biçimde kuşaklar boyu akıp gider. Rize halk kültüründe
değişik alanlarda uygulanan bu kurallar çoğunlukla anlaşmazlığa meydan
vermeksizin taraflar arasındaki meseleleri çözümler. Bu kuralların çoğunluğu
tarım, hayvancılık ve denizcilik konularına ilişkin olanlardır.
Mısır tarlalarının
ekimi için uygulanan yarıcılık yönteminde taraflardan biri toprak sahibi
ikincisi yarıcıdır. Buna göre toprak sahibi ortaklığa tarlasını koyar. Mısırın
ekiminden ürünün toprak sahibinin evine taşınmasına kadar geçen sürede bütün
malzeme ve işçilik yarıcıya aittir. Bu sözleşmeye yarıcılık ya da yarılığa
vermek denir. Çay döneminden sonra mısır ekimi son derece azaldığından günümüzde
yarıcılık çay tarımında uygulanmaktadır. Bahçe sahibi çaylığını yarılığa
verir. Yarıcı bütün işlemleri yapar. Çay yaprağının satışından elde
edilen paranın yarısı bahçe sahibine öteki yarısı da yarıcıya aittir.
Bir de tarlalığa vermek yöntemi vardır.
Tarlalığa vermek yönteminde
taraflardan biri fidanlık yada ağaçlık sahibi, öteki de kesicidir. Kesici
fidanlığı ya da ağaçlığı keser, çıkan odunları arazi sahibine verir.
Buna karşılık kesilen fidanlığın, ağaçlığın yerinde meydana gelen
tarlayı bir yıl eker; elde edilen mısır, fasulye gibi ürünlerin tamamı
kesiciye ait olur.
Hayvancılıkta uygulanan
"Ölür İtmez" adlı sözleşme son derece dikkate değer bir nitelik
taşır. Bu tür sözleşmenin tarafları hayvan sahibi ve bakıcıdır. Hayvan
sahibi, belli sayıdaki hayvanını (inek, koyun gibi) öteki tarafa teslim
eder. İkinci kişi, daha doğrusu bakıcı, hayvanların bakımını, korunmasını
ve beslenmesini üzerine alır. Sayı her zaman aynı kalacaktır; sözleşme
sonunda bakıcı, hayvan sahibine teslim aldığı sayıda hayvan teslim
edecektir; 100 koyun teslim almışsa yine 100 koyun verecektir. Onun için sözleşmeye
(ölür itmez) denilmiştir. Ancak sözleşme süresince süt, yoğurt, yavru
gibi elde edilecek ürün taraflar arasında yarı yarıya bölüşülecektir.
Denizcilikte de ortaklık
sözleşmesi yapılır. Çayeli'yle Rize arasında eşya ve yolcu taşıyan bir
motor için şöyle bir ortaklık sözleşmesi yapılırdı; Motor sahibi ve
gemiciler birlikte çalışırdı. Sağlanan gelirden ilkin masraflar çıkarılır;
kalan kazanç, 3 payı motora, birer payı gemicilere ati olmak üzere bölüşülür;
4 gemici varsa kazanç 7'ye bölünür, birerden 4 pay gemicilere 3 pay da
motora verilir.
Yörenin kamu işlerinin
görülmesi hukuki esaslara bağlanır. Örnek olarak değirmeni alalım.
Önce değirmeni işletmek
için bir kişi görevlendirilir. Buna değirmenci denir; değirmenci Allah'a
yakın, dine bağlı, namuslu, temiz, dili güzel olmalı, çevreyle iyi geçinmeli,
eli uzun olmamalı. Görev süresi bir yıldır; değirmenci isterse süre uzatılabilir;
değirmencinin ailesi, nöbet bekler, öğütülecek mısır varsa gecede çalışılır.
Değirmenci'ye belli bir ücret veriler; bu ücret belli miktarda mısır olur.
Bu miktar nüfus başına bölüşülür. Mısırın öğütülmesi işi sıra
usulüne göre yürütülür. Ancak bazen komşu köylerden gelenlere öncelik
tanınır.
Anlaşmazlıklar yörenin
saygın kişileri tarafından çözülür. Bu kişilere (dayı) denir. Bir anlaşmazlık
olduğu zaman dayılar bir araya gelir. Bir çeşit hakem kurulu oluştururlar.
Böylece anlaşmazlıklar hakem yoluyla çözüme kavuşturulur.
Hastalık insan hayatının
ayrılmaz bir parçasıdır. Onun için halk hekimliği ve ilaçlar halk kültüründe
önemli bir yer tutar. Rize halk kültüründe halk hekimliği incelendiği
zaman konuyu iki bölümde ele almanın yerinde olacağı görülecektir.
Birinci bölümü uzvî hastalıklara karşı kullanılan ilâçlar oluşturur.
Halk ilaçları konusunda
önce halk hekimlerini anmak gerekir.
Memleketimizde ihtiyacı
karşılayacak ölçüde doktor bulunmadığı dönemlerde halk hekimlerine başvurulurdu.
Askerlikte ya da daha önceki kuşaklardan öğrendiklerini uygulayan halk
hekimleri bitkilerden yada türlü maddelerden ürettikleri ilaçlarla hastaları
iyi etmeğe çalışırlardı. Genellikle kocakarı ilâcı olarak nitelenen bu
ilaçların uzun deneylerin sonucu elde edildiğini, bu sebeple de yarar sağladıklarını
kabul etmek gerekir.
Halk hekimleri içinde
ameliyat edenler bile görülmüştür. Bunun dışında yaptıkları ilaçların
formüllerini kimseye söylemeden ölenler, bu yüzden bilgilerinden başkalarını
yararlandırmayanlar görülmüştür.
Hastalıklarda kullanılan
ilaçlardan birkaç örnek şöyle:
Başağrısı için:
Marol dövülür, üzerine sirke dökülür, yenir. Ayrıca küflü peynir suyu
içilir.
Geceleri altını
kirleten çocuğa eşek sütü içirilir; kabuklu yumurta yedirilmesi tavsiye
edilir.
Çıbanın tedavisi için
yulaf unu bal ve arpadan yapılan lâpa kullanılır.
Halk hekimliğinde ikinci
uygulama olanı manevî yöntemlerdir. Bunlar da batıl inanış olarak adlandırılan
nefes (okuma), muska ve büyülerdir.
Gerek ruhî gerek bedenî
hastalıklar tedavisinde dua, ayet, nefes (okuma) gibi yollara başvurulur;
okumanın aşk ilişkilerinde de uygulandığı görülür. Muska, ayet yazılan
kağıdın üçgen şekline sokulması ve muşambaya sarılması suretiyle
meydana getirilir. Muska boyuna asılır yada elbisenin bir kenarına dikilir. Gözden,
kıskançlıktan, cin çarpmasından korunma gerektiği zamanlarda okuma ya da
muska taşıma yollarına başvurulur. Genç adam, kavuşmak istediği
sevgilisine muska suyu içirir. Mum ve kurşun dökme yine hastalıklardan, göz
değmelerden korunmak amacıyla yapılır.
Kıskançlık, başkasına
zarar verme ya da istediği nimetlere erişme amacına yönelik olan büyüler türlü
şekillerde yapılır. Delikanlı sevdiği kızın başından gizlice aldırdığı
saçı değirmen çarkına bağlar. Çark dönünce kız delikanlıya kaçar.
Aynı büyü kötülük için de yapılır. Kızın saçı yine değirmen çarkına
bağlanır; çark dönünce kızın aklı döner, sonunda kız aklını kaçırır.
Damadı bağlamak amacıyla
yapılan ilginç bir büyü vardır. Gerdek gecesi damadın geçeceği yolun bir
tarafına bıçak, öbür tarafına da kını konur. Damat geçtikten sonra bıçak
kınına yerleştirilir. Böylece bağlanan damat kocalık görevini yapamaz. Anılan
büyüyü bozmak için bir karşı büyü uygulanır:
Sedir ağacından yedi
dane yaprak alınır, taşla dövülür, başka suyla karıştırılır, üzerine
bir ayeti kürsü, üç ihlâs okunur. Damat bu sudan üç yudum içer, kalanıyla
da yıkanır.
Sese ve harekete dayanan,
insanın duygu, heyecan ve düzenli hareket ihtiyacını karşılayan eserlerde
musiki ve halk oyunlarıdır. Aletsiz olarak icra edilen musiki atma türkü ve
Selim Sayma, kadıbağında görülür. Bunlarda türkü, kendi havası içinde,
bestelenmiş gibi, koro halinde söylenir. Kemençe, tulum ya da tulum zurna,
nav ve kabak zurnası bölgenin musiki aletlerini oluşturur. Kemençe yaylı,
tulum ya da tulum zurna nefesli birer sazdır; horon uzun süreli bir oyun olduğu
için ancak bu iki sazın eşliğinde oynanır. Bundan başka her iki sazla,
dinlemek amacıyla de, musiki icra edilir. Nav, nefesli bir saz olup Orta
Anadolu'nun kavalının karşılığıdır; ancak daha kısadır; yanık,
dertli, içli bir musiki havası yansıtır. Özellikle tepelerde, ağaçlıklarda
çalındığı zaman meydana getirdiği yansımalar dokunaklı bir nitelik taşır.
Kavaldan daha sert ses çıkardığı için navla horon oynanabilir. Ancak uzun
süre nefes verme, çalanı yorar. Bu bakımdan horon için kemençe ve tulum
zurna tercih edilir. Kabak zurnası, kabak yaprağının kesilmesi, sapında
delikler açılması suretiyle meydana getirilir. Kabak zurnası çocuklar tarafından
yapılır ve kullanılır; çocuklara özgü bir musiki aletidir.
Bölgenin halk oyunu
horondur; özelliği son derece hareketli oluşudur; canlı ve mücadeleli bir
hayatı yansıtır. Horon çoğunlukla erkekler tarafından oynanır. Bununla
birlikte kadınlarla erkekler arasında da karışık biçimde icra edilir.
Bundan başka yalnız kadınların oynadığı kız horonu vardır.
Halk kültürünün
ikinci bölümü yaşamayı, daha doğrusu, beslenme, barınma, giyinme ve
savunmayı sağlayan maddi eserlerdir. Bunların temelinde bilgi vardır;
bilgiyle maddeye gereken şekil verilmek suretiyle maddi halk kültürünü oluşturan
vasıtalar meydana getirilir.
Halk kültüründe bilgi
edinmenin yolu gözlem ve deneydir; başka bir deyimle, bilgi yaşanarak elde
edilir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Denebilir ki müsbet ilmin dayandığı
gözlem ve deney yöntemi halk kültüründen kaynaklanmıştır.
Maddi halk kültürünün
başlangıcı olan beslenme iki bölümde incelenir. Yemek kültürü ve
yemekler. Yemek kültürünü ilk konusu yemeğin üretilmesidir. Yemek evlerde
hanımlar tarafından yapılır. Nişan, düğün, sünnet düğünü gibi
toplantılar için gerekli olan yemekleri düğün aşçıları hazırlar. Düğün
aşçıları genellikle kadınlardır. Bunların ayrıca yardımcıları olur. Aşçı
kadınlar bölgede bu işleri bilen ailelerin yanında görerek, yaparak ve yaşayarak
yetişmişlerdir. Düğün aşçılarına hizmetlerine karşılık, yerine göre
para, hediye yada hem para hem hediye verirlerdi.
Bölgenin yapı düzeni
arazinin durumuna göre şekillenmiştir. Arazi dağınık olduğu için evler
dik yerlerde kurulur. Yapının yamaca dayanan arka kısmı evin mutfağıdır.
Ön kısımda odalar bulunur, böylece evin, daha doğrusu odaların altında boşluk
meydana gelir. Burası da odaların hava akımlarından korunması ve sıcaklıktan
yararlanılması için, ahır haline getirilir ve mutfakla ahır arasında içeriden
bağlantı kurulur.
Mutfağın zemini topraktır,
penceresi yoktur, sadece dışa açılan kapısı vardır; buradan mutfağa
girilir. Mutfak eşyası, kap kacak kaplığa yerleştirilir. Mutfakta ayrıca
yemeklerin yağ ve kumpanyanın konulması için dolap ve sandık vardır.
Toplum hayatı, evin en sıcak yeri olan mutfakta geçer, yemek burada yenir;
gerek ailece gerek konuklarla mutfakta oturulur. Gündüz olduğu gibi geceleri
de oyunlar ve şenlikler mutfakta düzenlenir. Onun için mutfak aynı zamanda eğlence
ve oyun yeridir.
Ocak mutfağın içinde,
genellikle güneyde, arka duvarın önündedir. Ocağın altı topraktır; üstü
tuğla ya da taştan yapılır. Ocakta üç taş vardır; ikisi yanlarda biri de
üst taraftadır. Buna (tömelye taşı) kısaca tömelye, bunun arkasındaki taşa
da (femele taşı) denir. Ocakta odun yakılır, yemek ocakta odun ateşinde pişirilir;
gerekli hallerde, fazla yemek yapılacağı zaman ocağın yanında ikiye, üçe
varan ateş yakılır. Ocağa kazan, tencere konarak yemek yapılır. Ocakta
tavana kadar uzanan zincir bulunur. Kazan bu zincire takılır. Zincirle ilgili
bazı inanışlar vardır; zinciri sallamak günahtır; çünkü sığırların
başı ağrır.
Yemek mutfakta yenir.
Bunun için sofra kurulur ve aile topluca sofraya oturur. Sofranın bazı
kuralları vardır. Yemeğe, sofrada bulunanların en yaşlısının başlaması,
suyun önce küçüğe verilmesi, tabakta yemek artığı, sofrada ekmek kırıntısı
bırakılmaması gibi.
Yemek çeşitleri,
beslenme konusunun önemli yönlerinden biridir. Tarafımızdan yapılan araştırmada
bölgede 400'den fazla yemek ve gıda maddesi belirlenmiştir. Bunların önemli
bir kısmı bölgeye özgü yemeklerdir ve bölge ürünlerinden üretilir.
Bölgenin en namlı ürünü
hamsidir; hamsiden 23 çeşit yemek yapılır. Bunlardan biri hamsikoli olup
hamsi, mısır unu, yağ ve çeşitli sebzelerden meydana gelir; bir çeşit
sebzeli ve hamsili ekmek olan hamsikoli aynı zamanda yol azığıdır. Geçmiş
dönemlerde uzun yolculuğa çıkanlar yanlarına hamsikoli alırlardı.
Bölgeye özgü
yemeklerden biride muhlamadır; mısır unu, tereyağı ve koloti peynirinden
yapılan muhlama yöre sofrasının baş yemeğidir. Bunlardan başka bölgeye
özgü bir sebze olan karalahanadan üretilen yemekler vardır; lahanadan açık
sarma, çohala, guli çorbası, helle çorbası, husli çorbası, lahana dolması,
lahana ezmesi, lahana haşlaması, lahana rağtikosu, lahana sarması, lahana
yemeği, princili lahana, sarma, vurma lahana gibi toplam 18 türlü yemek yapılır.
Bölgede yetişen
fasulye, kabak ve arap kapağı, patlıcan, domates ve pırasadan sebze
yemekleri; bu sebzelerden ayrıca pazı, salatalık, şalgam ve tomarıdan turşu
yapılır.
Bölgede genellikle sığır
ve öküz beslenir. Sığırlar kış mevsimi dışında dere kenarlarında,
fidanlık, fundalık ve çayırlarda otlamaya çıkarılır. Bu durumda
hayvanları kadınlar ve genç kızlar bekler. Buna (sığır beklemek) denir. Sığırlara
ve öküzlere ad takılır. Sığır adlarına örnekler; Aynalı, bodana. Öküz
adı: Duman, Güzelbey.
Zamanla hayvancılık
gerilemektedir. Bunun başlıca sebebi çaya geçiş dolayısıyle otlama
yerlerinin azalmasıdır. Televizyon da bir sebep olarak gösterilmektedir. Kadınlar
tarafından yerine getirilen hayvan bakımı, sabahleyin erken kalkmayı
gerektirir. Oysaki geç vakte kadar televizyon seyreden evin kadınları,
gelinleri, genç kızları sabahleyin erken kalkamadıkları için hayvan bakımı
aksamakta, bu yüzden sayı azalmaktadır.
Hayvanların etinden çoban
kavurması, kıkırdak, et yahnisi, et yemeği, kavurma; sütünden yoğurt, süzme
yoğurt, carmi (bir çeşit peynir) kurç (bir çeşit peynir). Minci, koloti
peynir (şekli yuvarlaktır; ortası yumuşak, kenarları serttir) gibi gıda
maddeleri; kıymak, mezus, minci kurusu, minci yemeği, portihala (loğusa ineğin
sütünden üretilen bir çeşit tatlı) yapılır.
İç yağı (inek, öküz
ve koyunun iç kısmından alınan yağ) kavurma yağı, kuyruk yağı, tereyağı
bölgeye özgü yağlardır.
Bölgede yetişen tahıllar
şunlardır: Arpa, ballı lobya (soya fasulyası), buğday, elim (tatlı yapımında
kullanılan tohum), çavdar, pirinç, puğurca (böğrülce), zugal, mısır. Haşlanmış
mısır, kızartılmış mısır, patlamış mısır (mısırdan üretilen çerezler),
korkota, (mısırın kalın öğütülmesi suretiyle elde edilen gıda maddesi).
Bazen ihtiyaç dolayısıyla kurumadan koparılan mısır (Paradon) denen
ocaklarda kurutulur. Mısır değirmende öğütülerek un haline getirilir; mısır
unundan da ekmek yapılır. Bir de fermesi unu vardır. Yine ihtiyaç sebebiyle
harmandan önce yaş olarak koparılan mısır kurutularak öğütülür. Böylece
kurutulan mısırın öğütülmesi suretiyle yapılan una furmesi denir. Tahıldan
arpa, çavdar, lavaş (saç üzerinde yapılan ekmek), mısır ekmeği, koloti
ekmeği (mısırdan yapılan ekmek), miroloto (sebzeli ekmek), pekmezli ekmek,
tandır ekmeği; ayrıca kavut (arpa unu) yapılır. Arpa ballısı, arpa
baklavası, asude pekmezi, buğday unu helvası, herişte, herse tahıllarından
üretilen tatlılardır.
Bölgede çok çeşitli
bal çıkar. Anzer balı, eskiden beri bölgenin en namlı balıdır. Yörede
meyve çeşitli ve boldur. Ancak çay tarımından sonra bu alanda gerileme olmuştur.
İncir (patlıcan inciri), karayemiş ve kokulu üzüm bölgeye özgü
meyvelerdir. Kokulu üzümün soyundan pepeçura (pepeçi) adlı bir tatlı,
armut, dut, elma ve hurmadan pekmez, yine meyvecilerden küme ve sirke üretilir.
Acılı ve mutlu günlerde
lohusalar ve çocuklar için özel yemekler yapılır. Bundan başka ödünç
verme ve ikram konusunda da eski ve köklü gelenekler vardır. Düğün evine süt
göndermek suretiyle yardımda bulunulur. Ödünç olarak alınan gıda maddesi
en kısa zamanda, aynı cins yemek yapılınca ya da aynı cins madde alınınca
geri verilmelidir.
Geçmiş dönemlere
gidildikçe beslenmenin en önemli konularından birinin gıda maddesi ve kışlık
yiyecek hazırlamak olduğu görülür. Yolların, ulaştırma araçlarının,
gelişmediği zamanlarda ortalama bir yıllık gıda maddesinin biriktirilmesi,
beslenme güvenliği açısından gerekliydi. Bunu yapmayan aileler kendilerini
rahat hissedemezlerdi. Mısır, tuzlu hamsi, tuzlu peynir, fasulye, kabak hazırlanan
başlıca gıda maddeleridir. Bunlar özel surette yapılan ambarlara konur.
Bunlardan biri nayladır.
Nayla, eski tapu kayıtlarında
serender olarak kaydedilen özel bir yapı şeklidir. Mısır ekilen yerlerde
uzun süre dayanan gıda maddelerinin konulduğu yapıdır. Ambar işini gören
nayla evlerin yanında yapılır. Geçmiş dönemlerde hemen her evin yanında
bir nayla bulunurdu. Mısırdan çaya geçildikten sonra, ayrıca uzun süreli gıda
maddelerine olan ihtiyaç azalınca naylaların sayısı gittikçe
gerilemektedir.
Nayla dört direk ve asıl
gövde olmak üzere iki kısımdan meydana gelir. Gövde direklerin üzerine
kurulur. Direkler genellikle ağaçtan yapılır; bununla birlikte odun yerine
karataşın kullanıldığı da olur. Direkler toprağa tespit edilir. Yerden
kazanmak için direkleri ahır üzerine yerleştirilmiş naylalar da vardır.
Naylanın gövde kısmının
çevresi, hava akımını sağlamak bakımından aralıklı tahtalarla çevrilidir.
Zemine çaçel konur. Çaçel fındık ya da kızılcık dalından kafes şeklinde
üretilen bir çeşit döşemedir. Bu da havalandırma gereğinden doğar. Böylece
mısırın kuruması, sürekli olarak havalanması, küflenmemesi, bozulmaması
sağlanır. Ancak yeteri kadar fındık ya da kızılcık çubuğu bulunamaması
yüzünden tahta döşemeli olarak yapılmış naylalarda bulunur.
Naylanın üstünde
kiremitli çatı konur; fare çıkmasını önlemek için, direklerle gövdenin
başladığı yerde, kenarları aşağıya sarkık tenekeler çivilenir. Naylanın
etrafı parmaklıklı balkonla çevrilir, kenarlarda oda biçiminde ambar
bulunur. Bazı naylalarda saçağın dört tarafını çeviren ortasında kafes
bulunan çıkma yerleştirilir. Meyve konulan her kısma içerden merdiven yapılır.
Naylaya gezici merdivenle
çıkılır. Merdivenden balkona geçilir. Merdivenin dayandığı yerin karşısında
asıl naylaya girilecek kapı vardır. Kapı merdivenden 50 santim kadar yüksekte
olur.
Naylaya çoğunlukla mısır
konur. Tarladan eve getirilen mısır, soyulduktan sonra koçan halinde çuval
yada sepetle naylaya taşınır, kapalı olan asıl gövdenin ortasına, çaçelin
üzerine serilir. Burada havalanan mısır kurur, bozulmadan durur. Bazen de mısır
koçanları, kabuklarıyla birbirine bağlanmak suretiyle, daha iyi kuruması için,
balkonun kenarlarına asılır.
Naylaya mısırdan başka
maddelerde konur. Kenarlara, balkon biçimindeki boşluklara fındık serilir;
fasulye, peynir, bal, pekmez, kavurma, reçel gibi gıda maddeleri özel kaplara
doldurulduktan sonra naylanın iki tarafındaki ambarlara yerleştirilir. Bölgenin
fazla mısır yetişmeyen taraflarında ambarlar nayla işini görür.
Halk kültüründe barınma
yapılarla sağlanır ki bu da başka bir anlamda ev demektir. Evler ahşaptan,
genellikle tek kat olarak yapılır, taş temel üzerine oturtulur. Arazi durumu
itibariyle evler birbirinden uzak, birkaç evlik mahalleler halinde kurulmuştur.
Çünkü bütün köyün yada mahallenin bir arada yapılmasına elverişli genişlikte
düz arazi yoktur. Ayrıca halkın, arazilerinin başında bulunmayı istemeleri
geleneği dağınık yerleşik düzeninin bir başka sebebidir. Arazinin, daha
doğrusu tarla, çayır ve bahçelerin korunması engebeli arazide ürünlerin
eve kolayca taşınması aynı zamanda ahırın önündeki gübrenin tarlaya
aktarılmasının sağlanması gibi sebeplerde evin, tarlanın, çayır ve bahçenin
baş tarafında bulunmasını gerektirir. Ev uzakta kurulursa bütün bu işlerin
yerine getirilmesi güçleşir.
Evlerin yapı şekli,
yukarıda da denildiği gibi, genellikle tek katlıdır. Bununla birlikte birden
fazla katlı olan evler de vardır.
Arazinin durumu
itibariyle aynı hizada olmak üzere arkada mutfak, önde iki oda, odaların altında
ahır bulunur. Bu yapı şekli arazinin dik ve meyilli olmasının sonucudur.
Evlerin oda sayısı
genellikle ikidir. Ancak ihtiyaç halinde bazı evlerin yan taraflarına bir oda
eklenebilir; böylece oda sayısı üçe çıkar. Helalar da evin yan tarafında
bulunur.
Evlerin içerisinde su
tesisatı yoktur. Su etraftaki pınarlardan taşınmak suretiyle sağlanır.
Pencereler, cam konulmadığı için, sadece tahta kepenklerle kapatılır.
Evlerden başka halk kültüründe
değirmenin de önemli yeri vardır. Değirmenler de tahtadan meydana getirilen
basit yapılardır. Toprak hizasında olan değirmenin gövde kısmında taşlar,
altında da taşları döndüren çark bulunur.
Giyinmeyle ilgili olarak
dokuma sanatı üzerinde durmak gerekir. Dokumacılık yörede eski bir sanattır;
genellikle kadınlar tarafından icra edilir.
Dokumacılığın ilk
maddesi kendirdir. Geçmiş dönemlerde bölgede çok miktarda kendir ekilirdi.
Kendirin kabuğu soyulur, dövülmek ve taranmak suretiyle kendir iplik haline
getirilir. Bu iplikten tezgahlarda feretiko ve ketan olmak üzere iki türlü
bez dokunur; kendir ve pamuk ipliğinden yapılan bez, feretiko yalnız kendir
ipliğinden üretilen bez de ketandır. Her iki bez de dokunduktan sonra ağartılır.
Ağartma işi bölgede dikkate değer bir gelenek oluşturmuştur.
Genellikle açık boz sarı
renkte olan feretiko sıcak yaz günlerinde uzun şeritler halinde deniz kıyısında
çakılların ya da kumların üzerine serilir, tas, güğüm ve benzeri
kaplarla taşınan ya da elle atılan deniz suyuyla ıslatılır. Güneş altında
bir süre sonra kuruyan bez aynı şekilde tekrar sulanır. Bu işlemler
tekrarlanmak suretiyle feretiko beyazlatılır, yöredeki özel deyimiyle, ağartılır.
Ağartma işinin yapıldığı yere (kasar), feretikoyu ağartmak için böyle
bir yere vermeğe (kasara vermek) denir.
Feretiko ağartılması
dolayısıyla deniz kıyısında değişik bir hava yaratılır. Bu işi kadınlar
yapar; ıslatmada çocuklar da onlara yardım eder. Tek başlarına ya da toplu
olarak kıyıya gelen kadınlar feretikolarını uzun şeritler halinde
sererler. Islatma işi bitince bir kenara çekilirler, güneşli havalarda, şemsiye
altında yarenlik ederler, arada öğle yemeği yerler. Akşam olunca bezler
toplanır, evlere dönülür. Kıyıya gidip gelme, ağartma bitince sona erer.
Feretikonun ağartmasında yer bakımından bir kısıtlama yoktur; herkes kıyıda.
Dilediği yerde bezlerini serebilirler.
Ketan bezi de kasara
verilerek ağartılır.
Gerek feretiko, gerek
ketan bezinde uzunluk ölçüsü olarak pitime kullanılır. Bir pitime 50 ya da
60 santimdir. 30-35 ya 60 pitemlik beze de bir top denir. Feretikodan iç gömleği,
peşkir ve yatak çarşafı yapılır. Ketan bezinden gömlek üretilir. Ketan
bezi aynı zamanda ihraç malıdır. Geçmiş dönemlerde Rize'den yılda
300.000 top dolayında ketan bezi ihraç edilirdi.
Hızarcılık bölgeye özgü
bir sanattır.
Hızar makinelerinden önce
tomruklar, ağaç kütükleri hızarla biçilmek suretiyle tahta haline
getirilirdi. Bu işi yapana hızarcı denirdi. Kütük yüksek bir yere yerleştirilir,
biçme işi iki kişi tarafından yürütülür. Hızar iki kol arasına konu,
üsten ve alttan birer tutamak yapılır, Hızarcının biri kütüğün üstüne
çıkar, öteki de aşağıda durur. Üstteki hızarı aşağıya doğru iter,
alttaki de aşağıdan çeker, böylece kütük tomruk biçilir. Genellikle kütükler,
beş santim kalınlığında kesilmek suretiyle tahta, kereste haline getirilir.
Hızarcılar sanatlarının
güçlüğünden yakınırlar ve sanatın ömür törpüsü olduğunu, sürekli
bir şekilde icra edilemediğini edilemediğini söylerler. Onun için hızarcı
arada tarım işlerini görür. Çünkü her zaman hızarcılık yapmaya dayanılmaz.
Hızarcılıkla ilgili
bir türkü vardır :
Her boyaya boyandık,
Kaldı çırpı boyası.
Burada anlatılmak
istenen olay şudur:
Biçme işinde ilkin
kerestenin kalınlığı, daha doğrusu, kesme sırasında izlenecek yol boydan
boya gerilen bir iple tomruk üzerine çizilir. Bunun için kiremit çamuru ve kırmız
toprak alınır, bulandırılarak bir kaba konur. Arkasından kaba yerleştirilen
keçe parçası boyalı suyu emer. Tomruk biçileceği zaman iki ucu arasına ip
gerilir, keçe ipin bir başından öbür başına kadar kaydırılır. Bu
suretle ip, keçedeki kırmızı boyayı alır. Bundan sonra ip ortasından
tutularak kaldırılır ve bırakılır. Böylece tomruk üzerinde boydan boya düz
bir çizgi meydana getirilmiş olur. Biçilecek kerestenin kalınlığına göre
bu izler yanyana sıralanır. Hızarcılar, ipin izlerine bakarak tomruğu
keser, tahta haline getirirler.
Genel çizgileriyle özetlediğimiz Rize halk kültüründe zaman içinde, özellikle çay tarımından sonra değişmeler ve gerilemeler görülmektedir. böyle de olsa halk kültürü mili medeniyetin gelişmesini sağlayan engin bir hazine olma niteliğini korumakta ve devam ettirmektedir.